25 Ekim 2013 Cuma

Mesleğinde Kaybolmak

Gençler hiç fark ettiniz mi, civarda bir grup insan yıllar boyu okuyup adam olduktan sonra mantığını yitirmekte. Her zaman içinde bulunulan ortamları, insanların zevklerini aşağılama dürtüsü gelişmekte ama bunu "mesleki" açıdan yapıyorlar ya o zaman biz de yiyoruz bunu...

İşinde kaybolup mantıksız açıklamalar yapmanın 3 farklı yolu var. İlki bok atma mevzu:

Bir binayı beğeniyorsun veya bir evi mesela. Evin çok güzel merdivenleri, harika pencereleri, şekilli bir tasarımı var. Yaptırmak istedin diyelim, tut göster bir mimara, bir ton laf sayar sana. İstediğine isteyeceğine pişman olursun. "Önemli olan işlevi... O merdiven yetersiz, o pencere kötü, öyle ev mi olur, kullanışsız, zırt, pırt"..

Lan o adam yapmış olmuş, sen niye bok atıyon? Beğenilmiş ki tutup filmde kullanmışlar, klibe koymuşlar vesaire.. Her şeyi kendi zevkiyle kıyaslamaktan ve karşıdakini kendi işini ondan daha iyi bilmemesinden dolayı hor görmekten dolayı oluşan mesleki deformasyon... İlle o bok atılacak!!!

İkinci tür de adama çektiren cinsten. Muhtemelen ağır uykusuzluktan dolayı saçmalama hali...

Mesela doktorlar. Diyelim ki hasta oldun, hastanedesin birkaç günlüğüne. Serumu dayamışlar sana, ölü gibi yatıyorsun. Yavaş yavaş iyileşmeye başladığında 3 gündür orada yatıyorsun diyelim, susayacaksın. Açlık hissedeceksin, çünkü sen insansın. O serum seni ne kadar beslese de gene aç hissediyorsun, susuyorsun, boğazın kuruyor, aldığın nefes acıtıyor. Ama o insan mı? Değil. Bir yudum su isteyecek olsan "Aaaa o serum sana yeter, suya gerek yok"..........

Bizzat başıma geldi, iki gün hastanede yatmak zorunda kaldım, bir yudum su veren olmadı lan bu laf yüzünden. "O serum seni doyuruyor, gerek yok yemene"... (BUNU DİYEN DOKTOR KEBABI LAHMACUNA SARIP YEDİ)


Her gün serumla doyuyor sanki tipini s*ktiğim... Odalarında götürüyorlar baklava börekleri, hepsinde yağlı vıcık vıcık eller, adamın yediği kebabın kokusu saçına sinmiş, ama sen serumla doyarsın, suya gerek yok zaten vücuduna su gidiyor diyor. He anam babam he. Böyle sanki sen insan değilsin artık ona göre, böyle ot gibi, puşt gibi, mantar gibi bir şeysin...

Buna bir başka örnek de eve gelip televizyon, internet falan bağlayacak olan şahıslar. Bütün gün evde olmalısın, belki gelir... Belki de gelemez kim bilir. Sen evde ol, onu bekle yeter. Çünkü başka işin yok senin, andavalsın, sen istedin o yüzden bekleyeceksin.

Üçüncü versiyon da ilk versiyona benzeyen ama bana göre bambaşka bir aşamada becerisizlik dolayısıyla ortaya çıkan mantıksızlık...

Direkt kuaförler bu başlığa giriyor. Adam anlamaz, beceremez, olmaz işte, yapamaz. Ama ille o saçı kendi bildiği gibi yapacak, üzerine bir de yavşak yavşak muhabbet edecek. Böyle iyi oldu, dediğin gibi olmazdı zaten, bu saç moda, yakıştı, bilmem ne...

Dikkatli bakın kuaför salonlarında 5 kişi varsa eğer 3'ünün saçı aynıdır. Zira bu adamlar bir şeyi kendi kafasında oturttuktan sonra herkese ne olursa olsun aynı modeli ve rengi iteleyecektir. Her seferinde, konuşurken başka, seçim yaparken başka, iş bittikten sonra başka bir kafayla karşılaşıyor insan. Tamamen becerisizlik. Hem kel hem fodul.

Kuaförlerin tipe göre müşterisine farklı davrandığı da gerçek. Diyelim toplu bir kız gitti kuaföre. O saç kızıla boyanacak! O kadar. Ama öyle direkt kızıl da değil. "Çikolata kahve, bronz kahve" ve türleri. Onu da beceremeyecek kahverengi saçtan car car kızıllar çıkacak. Ben de boyattım oradan biliyorum. Baktım hep şişmanlara boyuyorlar aynı saçı, anında değiştim rengi. Sınıfımız, sıfatımız belli olsun stayla...

Zayıf, zengin, ufak tefek kadınların saçları düz kızıl. Hiç değişmez.

Yaşlı kumralı var bir de. Hep aynı ton, herkeste olan. Kısadır bu yaşlı kadınların saçları.

Öğretmen kırmızısı var, fark ettiysen kızıl değil bu direkt kırmızı.

İstediğin kadar farklı olsun düşündüğün model veya renk. 5, bilemedin 6 türlü kadın var onların gözlerinde, hep aynını yapıyorlar.

Beceriksizler çünkü. Sonra da kadınlar neden kuaför meselesini kafaya takıyor. İşte meselenin özü bu. 6. türden farklı bir tür beceren kuaförü her daim iyi anardım. Hatta anmazdım ki kimse bilmesin.

22 Ekim 2013 Salı

Abinin Arkadaşı Sendromu

Yıllardır Ankara'dayım, ağabeyim benden sonra geldi buraya. O gelene kadar kendime has bir çevrem, bir dolu arkadaşım vardı.

Ama ne oldu? Her şey yavaş yavaş kaybolmaya başladı. İlk önce mekanları elimden aldı, mekanlar gittiği için yeni arkadaş edinebilme ihtimallerime balta indirdi. Herkes bir anda onun arkadaşı oldu... Ankara kurudu.

Yanlış anlamayın kızlar, mesele yakışıklı arkadaşlarının yüzüme bakmıyor olması değil. Adamın yakışıklı arkadaşı yok zaten. Hiç olmadı.

Mesele şu: Artık herkes abimin arkadaşı, ben onların yancısıyım. Nahlet... Ben nasıl bu hale geldim la? Bu arkadaşlar ile muhabbet bir dert... Normalde suratına bile bakmayacağım cinsten adamlar da var, eskiden benim arkadaşım olup, şimdi beni sallamayıp abimin arkadaşı olan da... Başka şartlar altında tanışsak çok iyi muhabbetimiz olacak olan adam da var, saç saça baş başa kavga edeceğim adam da.

Bir de mesele, benim bu insanlara karşı sırf ağabey hatırı için ses çıkaramamam...

La geçen kızın biri, abime yazıyor iken, benimle ufak bebeymişim gibi muhabbete girdi.  Kıza american history x kaldırımı çekebilecek öfkeye sahip oldum o an. Ben o kızı adam yerine koyup birlikte iki çay içmem bile. Ve bu insanın bana olan hareketlerine bak. Ben ne yaptım? Hiçbir şey. Yapamazdım, ağabeyin arkadaşı çünkü, aralarında oluşabilecek münasebete çomak sokmak istemedim.

Bir adam abimle kendi arasındaki bıyık muhabbetini benimle de yaptı. Bıyıklarıma övgüler düzdü. Sesimi bile çıkarmadım. Abinin arkadaşı, kavga edilmez.


93'lü bebenin biri bana 11 yaşında muamelesi çekti.

Bir tanesi ilk tanışırken bir kere selam verdi. O kadar... Daha yolda görsek beni sallamıyor, direkt ağabeyime yöneliyor, yoluna devam ediyor. Niye lan? Yolun ortasında kazulet gibi kalıyorum öyle.

Birisi de "böyle kardeş mi olur amk" ifadesiyle aşağılayarak süzdü beni. Sanki abimin kardeşi o olacakmış da aralarına ben girmişim gibi... Hanzo.

Bazıları imalı imalı bakıyor, kardeş olduğumuzu bilmeden, o daha feci zaten. Kardeşi olduğumu öğrenince de "aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa" diye bir nida, ki ben böyle ifadeleri iyi tercüme ederim, hala anlamadım ne demek istediğini...

Yoldan geçen kız suratıma çemkiriyor lan, abimi sevgilim sanıp yanına yakıştıramadığı için. Omuz falan atıyorlar.

Abinin arkadaşı olunca etraftaki insanlar, resmen seni görmezden gelip aşağılıyor. İşte bu adam tüm Ankara'yı böyle kuruttu. Herkes şimdi uzaktan tanıdık, hiç arkadaş kalmadı amk. Eskiden bir adım vardı artık "Yavuz'un kardeşi" olarak anılıyorum camiada.

Sinirim bozuk.

20 Ekim 2013 Pazar

Bayram Haftası Film Çelıncı 7. 8. ve 9. Gün

Bütün bir bayram boyunca can sıkıntısından ve çeviriden kaynaklanan isteksizliğimi fark ettiğinizi düşünüyorum. Zira izlediğim hemen hemen hiçbir filmi beğenmemiştim. Keyfim yerine gelmeden bir süre film izlememeye karar verdim.

7. günün filmi No idi. Ama resmen elim filme gitmedi.


 O sırada bir baktım ki kenarda Despicable Me 2 duruyor. Belki keyfim yerine gelir diyerek oturdum onu izledim. Sırf şu bebeler için...


İnanır mısın bunlar bile keyfimi yerine getirmedi. Ama yine de hoşuma giden bir iki sahne koyayım istedim. Mesela şu aşağıdaki her sahnede eğlendiğim doğrudur...


Veyahut şu aşağıdaki sahneyi...



Keyfimin yerinde olduğu bir gün daha seveceğime inanıyorum bu filmi...

Neyse bu kadar şımarıklığın ardından gücümün izlemeye yettiği son film olan After Earth'ü izledim. Ve evet yanlış durmadınız, 9. günün filmi yok. Çünkü işler güçler, gezmeler ve tozmalardan oluşan bi tatil günü yaşadım. Neyse filme geçelim şimdi...

Dünyanın en itici baba oğulu bir başka filmde daha beraber. Will Smith tek başınayken ne güzeldi filmleri... Şimdilerde pek tadı kalmamış. Bu iticiliğin yanında bir de yönetmen faktörü var. Mıııııy mıııııııy bir film idi. Çok mal sahneleri vardı. Mesela şunun gibi...


Habire bi selam vermeler bi suratlar, ekstra meymenetsizlik...
Ha bir de o gerilmiş hayvan derisi temalı dekorlar neydi be kuzum? Onlar nasıl evdi öyle? Bir de neden gelecek denilince akla beyaz yuvarlak şekiller geliyor anlamıyorum? Neyimiz beyaz, buzdolabımızdan başka? Kaldı ki onun da grisi, siyahı vb. tercih ediliyor artık...

Yok dünya insanları öldürecek şekilde evrilmiş de yok yılanlar uçmaya başlamış da... Tüm bu manyaklıkların içinde bir ergen, tek yaptığı ergenlik, mal mal dolandı, uçtu, zıpladı falan. Kısacası beni en çok o ergen baydı.

Bu bayram haftasını en çok çeviri yaparak geçirdiğim için ne tatilmiş, ne bayrammış, ne keyifmiş hiçbir şey anlamadım. Ayrıca başka sebeplerden ötürü (işler sonuçlandığında burada anlatacağım) çok ama çok gerginim. Bu gerginliği atana kadar gözümün önünden geçen her şeyi bir perdenin arkasından görüyor gibiyim. Onun için özür dilerim, pek eyleyemedim sizi.

Ama şöyle diyeyim, sizi eyleyeceğim zamanlar da yakında. Yani, umarım...

Neyse sonuçlansın işlerim, öyle...

Bir de bu aralar içimde bir şeyler kazanacağım gibi (maddi) bir his var. Loto falan mı oynasam nedir? Geçen 30 mayısta Fatikle dolar üzerine konuşmamızın ardından doların zıplaması gibi bir şey. Bir şey olacak ama acaba ne? Kısmet...

17 Ekim 2013 Perşembe

Bayram Haftası Film Çelıncı 6. Gün

Bayram dediğin bu kadar uzun sürmemeli bence. Bitmiyor hacı, inatla bitmiyor.

En fazla iki gün sürmeli.

6. Günün filmi Stuart: A Life Backwards, televizyon için çekilmiş bir film olup, evsiz bir adamın gerçek hikayesine dayanmaktadır. Böyle başlayınca sıkıldın değil mi? Bir de filmi bekle. Daha çok sıkılacaksın. Kitabı harika olabilir, belki film de o kadar fena değildir ama sıkıcıydı be kardeş. Valla. İlle de izleyecem diyorsan izle. Zira son yılların en "overrated" herifi oynamakta filmde. Benedict Cucumber. Ya da öyle bir şeydi. "Hep aynı herifi oynayan İngiliz aktörler" diye bir liste yapsam (ki yapabilirim, mantıklı, evet evet bir düşüneyim) bu adam ilk sırayı alırdı.

Bundan yıllar önce Cate Blanchett her filmde her rolü oynama gibi bir iddiaya girmişti ya kendisiyle. Her delikten çıkacaktı ille de. 2010'dan sonra yerini bu kükambıra bıraktı. Her yerden bu adam çıkıyor. Her delikten.

Ve hiç hoş değil bu. Hadi gene Cate hayvan gibi bir aktris. Ama bu? Bir filmde kendisi oynadığı için o film tutsa, derim ki "helal olsun adama, uğraşıyor, bir şeyler beceriyor". Bu adam öyle değil. Kendisinin o filmde var olmaması bir şeyleri değiştirmeyecek, o film zaten onsuz da yeterince tutacakken - kısacası cepteki filmlerde oynayarak - ille de olaya dahil olup antipati kazanıyor. Kimse de demesin ne harika bir oyuncu diye. O adamın Sherlock' tan başka bir numarası yok. Anasının karnından 40 yaşında doğmuş ucube suratı, ortalama aksanı ve sesi ile hiçbir numarası yok. 

Filmin tek kayda değer yanı olan "genel olarak gereksiz adam" Tom Hardy de bu filmde gereksiz gereksiz durmakta. Her ne kadar classmate'lerinin arasında bir numara bir oyuncu olsa da yine bir antipatisi var. Bu adamın gereksizliği, her filmde aynı olan "tüm dağları ben yarattım, elmacık kemiklerim de dahil, kafanı giyotine verdirtmeden git çayımı getir, sonra çekilebilirsin"  içerikli 4 numaralı bakışı... Bilmiyorum gözünüzün önünde bir şeyler canlandı mı?

Tekrar belirteyim, lafım oyunculuğuna değil, genel duruşuna. İster istemez her filminde bu ifadeyi taşıyor. Ama yiğidi öldür hakkını ver, adam bu filmde iyi çıktı Rıza Baba.

Hikaye iyi, ama oturup filmi izlemek sıkıcı gelebilir. Kitabını alın okuyun, daha mantıklı.

Stuart'ın çamaşır makinelerine kafayı takması ve son sahnelerde söylediği şu söz epey iyiydi: İçime şeytanın girmesine izin verdim, daha sonra da çıkaramadım. Kestim, yaktım ama çıkmadı. Umursamadı. Niye umursasın ki zaten? Şeytan evsiz kalmak istemiyor.

Filmden görüntü almadım. Bu kadar.

16 Ekim 2013 Çarşamba

Bayram Haftası Film Çelıncı 4. ve 5. Gün

Efenim, filmlere geçmeden önce sormak istediğim bir şeyler var. Mesaj atabilirsiniz cevapları. Uzun zamandır, o kadar uzun zamandır kendi bilgisayarım olmadı ki. Bir tane vardı 2010'da bozuldu. Babamın eskisini verdiler. Sürekli, yenisi gelsin ona yüklerim, onda bakarım, onda oynarım falan diye diye bugünlere geldim. Şimdi ne yükleyeceğimi, ne oynayacağımı hatırlamıyorum.

Oyun tavsiyesine açığım.

Ve yine filmlere gelmeden önce diyorum ki The IT Crowd izleyin. Bu bayram tatili güzel bir fırsat hepsini izlemek için.

İlk film My Own Private Idaho idi. Güzel film gerçekten ama benlik değil. Ben sıkıldım feci. Ama bu filmin güzel olmadığı anlamına gelmiyor. Dergi kapaklarının birbirleriyle konuştuğu sahne favorimdi resmen.

Eşcinsellerden gidiyorum iki gündür, Emily Blunt'ın filminde de lezbiyenler vardı. Bir de ekşide okudum, sinema tarihinde izleyicisine filmin sonunda iyi günler dileyen ilk ve tek film imiş. Hala tek mi bilemem. Enteresandı. Bu filmde oynayan oğlan öldü, o derece kıymetli yani. Biliyorum, sıkılacaksınız. Ama izlemedim olmasın, cidden izleyin.

Bir de o müzikler neydi yahu. Efsane.

Resim 4.1: Vat iz matriks

İkinci film de Before Midnight idi. İlk filmi çok sevmiştim cidden. Ama sonrasını hiç sevemedim. Ne yazık ki bu son film de baydı feci. Kadim bir söz geldi aklıma izlerken: "talking too much?" (yazar burada 06 girişli atılım ua ilişkiler öğrencilerine göndermede bulunuyor)

Hacı bunlar bunca yıl bu kadar muhabbeti nereden buluyorlar ben anlamıyorum. İnsan sürekli konuşur mu amk? Bence konuşmamalı.

Aaay filmin çekildiği yerler çok iyiymiş falan. Yaz vakti Yunanistan bu, ne kadar kötü olabilir ki zaten?

Bu film hakkındaki en açık yorumumu arkadaşın biri şurada yapmış: 

Ha bir de Julie Delpy ölmüş gömmeyi unutmuşlar. 

Ben mouse padle age of empires oynamaya devam edeyim. 

14 Ekim 2013 Pazartesi

Bayram Haftası Film Çelıncı 3. Gün

Benim için ilkler yaşandı bugün. İlk defa bu kadar kısa süre içerisinde iki korku filmi izlemem mi dersin yoksa ilk defa evleri korkunç, zevksiz ve soğuk olmayan bir aileyi anlatan korku filmi izlemem mi? Başlangıcı çok güzeldi, sessiz sakin değil, bangır bangır. Gene Patrick Wilson meeeh... O adamın suratında tarifi zor bir ifade var. Böyle bir puşt mu deseem, mal mı deseem, ne desem bilemiyorum. Sanki American Psycho'un gerçek hayattaki hali. Bir terslik var ama bilemedim...

Neyse. Filmde güzel olan şey, durağanlık ve kötü bir şeyin olmasını bekleyen andaval sürüsü bakışlarının olmaması. Her şey daha olağan, böyle sanki herkesin evinde olabilecek gibi. Diğer korku filmlerinde, mesela geçenlerde izlediğim The Conjuring' de, felaketi bekliyorlar, bekliyorlar, ilk yanlış alarmdan sonra zangırt diye ruhu koyuyorlar sahneye. Bunda, kadın evini topluyor sakin sakin anaa bir de bakmış arkada ruh kardeş... Daha yumuşak.

Ayrıca Dalton diye isim mi olur amk. Başka bir şey bulamadın mı? Cali ne lan?

Bir nevi Once Upon A Time'ın Darth Maul'u olan Cora da bu filmde gene bi anne olma, gene "bi fenalıklar yaşanmış zamanında" hissiyatı ile (filmdeki babaanne) fena fena bakışlarda.

Darth Maul'un gey kuzeni de filmdeydi.

Resim 3.1: Sassy Maul (arkada)

Korku filmleri ile ilgili hiçbir şey bilmediğimden midir nedir, filmi sevdim. İzlenebilir. Favori sahne, karakter falan yok. Olsa olsa Sass Master Maul olabilir mesela o resimdeki.

İzlediğim bir sonraki film My Summer Of Love idi. BBC filmlerinden. Filmin kalitesi pek kötü olduğundan mıdır başroldeki kızın çirkinliğinden midir nedir hiç iyi bir resim alamadım. Zaten gerek de yok. Emily Blunt'a rağmen kötüydü film. Bir tek şey için izleyin diyebilirim o da Tamsin' in (Emily Blunt) allah din iman diyen bir adamı iki dakikada göt edişi. Ve hatta buyrun:
İngilizce bilmeyenlere olayı özetleyeyim. Adam "İsa, İsa, İsa" diye ölen bir tip, çok dindar takılıyor. Ailesinden kalma barı kiliseye çeviriyor, günahlarda hiç tarağı yok. Kız da ben bir şey hissedemiyorum, bir şeye inanmak güzel olmalı diye adamla muhabbet ediyor. Adam anında niyeti bozuyor. Kız da aha işte sen bu kadarsın minvalinde hakaret ediyor adama. Haklı.

Bugünlük bu kadar. Ben midi klavyeme geri döneyim. Yarın görüşürüz.

13 Ekim 2013 Pazar

Bayram Haftası Film Çelıncı 1. ve 2. Gün

Gecikmenin sebebi, blog sayfamın bu aralar çok fazla hata vermesi, yazdıklarıma ulaşamam ve yenisini yazamamamdan kaynaklı. Özürler.. Size dün verdiğim listede belirtmediğim bir nokta, filmlerin o sıra ile izlenmeyeceği idi. O yüzden de kusura bakmayın. Özür faslını geçerek ilk filmlere gelelim. Günün filmi, gelse de sinemaya gitsem diye beklediğim ama sonucunda tabii ki de gitmediğim The Lone Ranger idi.

Filmi neden merakla beklediğimi hatırlamıyorum ama. Beynime oyun oynamış olsalar gerek. Zira ne kovboy severim, ne kızıl derili, ne tren, ne toz, ne çöl ne de haydut... Hiç benlik değil bu filmler. Komikli şakalı sahneleri haricinde çok sıkıldım. Eğer siz de komikli şakalı kovboy filmi sevmez iseniz es geçebilirsiniz.

Filmin çok sevmediğim yanı var ama sevmememdeki esas sebep Rebecca karakterinin çemçük ağzı idi. Her an içinden alyen çıkabilecek gibi, farklı yerlere oynayan kaslara sahip iğrenç ötesi dudaklara sahip bir karı tarafından, aynı iğrençlikte bir karakter olmuş.

Ama ne yalan söyleyeyim, at harikaydı. Favorimdi.

Resim 1.1 ve 1.2: The At

Ayrıca Conidepin manyaklıkları da tabi filmi izlettirir, bir yere kadar.

Resim 1.3 ve 1.4: Conidep ve guşu

En sevdiğim sahnesi atlı sahneler idi.

En sevdiğim diyalog da Tonto ve John Reid arasındaki son diyalog idi. Deneme amaçlı videosunu koyuyorum, olmaz ise ertesi gün düzeltirim.



İkinci günün filmi Monsters University. Bütün film boyunca "Biz de okuduk..." demezseniz sizi tanımıyorum demektir. Canavarların bile üniversitesi bizimkilerin toplamı x 233456 idi. Eğlenceli güzel bir film işte o kadar.

Ama bazı canavarlar daha bi güzeldi sanki.

Resim 2.1 ve 2.2: Şirinlik müessesesi.

"İşinde başarılı olmak istiyorsan okulundan atılacaksın" mottolu amerikan filmlerinin bir yenisi. Hala anlamam neden böyledir... 

En sevdiğim karakter sınava girmeden bardaklar dolusu kahve içen öğrenciydi.


En sevdiğim söz de Sully' nin korkutucu suratları çalışırken Mike'ın dediği "o surat, şu surat, yeni uyanmış suratı" lafıydı. Espirili şakalı...

İki günün filmi de fena değildi. İzleyebilirsiniz, izin veriyorum.

11 Ekim 2013 Cuma

Bayram Haftası Film Çelıncı

Evet genşler, bir aradan sonra (uzun mu kısa mı bilemedim, sadece bir ara işte) yine yazıyorum size.

Sizlerin "Aaaay film çelıncııı, amaaaan fülm çalıngı" şeklindeki ısrarlarınıza dayanamayıp ani bir kararla Bayram Haftası Film Challenge'ını yapmaya karar verdim. Önce dedim her gün iki film izlerim, sonra dedim ne gerek var, onca çevirinin arasında falan diye...

Gittiği yere kadar, sınır yok. Yapabilirsem önceki gibi en sevdiğim sahne ve dialog/monolog seçimini de koyacağım. Ama söz vermiyorum. Şansınıza.

Elimde o kadar çok film var ki... Hani zengin milletin okuyamayacağı kadar kitap alma hastalığı var ya, bende züğürtlükten kendini izleyemeyeceği kadar film indirmek olarak gösteriyor bu durum. Acaba ne izlesem, ben de merak içerisindeyim.

Pacific Rim'i izlememiş olsam izlerdim. The Conjuring de öyle. O yüzden ikisini de izlemiş gibi yazabilirim, ve de sizlere kesinlikle öneririm, izleyin.

                Resim 1.1 Anabel bebesi..

Aşağıdaki liste kesin izlenilecekler:

Monsters University
After Earth
My Summer of Love
My Own Private Idaho (Helöv izledim diye millete yedirdiğim bir başka film)
The Lone Ranger
No
Much Ado About Nothing
Only God Forgives
Stuart A Life Backwards

Vaktim kalırsa ikinci tur:

The Life Aquatic With Steve Zissou
Lawrence Anyways
City Of Ember
Dark Skies
Insidious
Hick
Before Midnight
The Host
The Imposter

Bu arada gerçekten şu çelınc için Türkçe bir kelime bulalım.